Er dediğin zor zamanda…
Peşin peşin söyleyeyim: Türk’ü Türk’e övmek, elbette mantıksız bir çaba. Bu yazımızda amacımız; “Aslanız! Kaplanız!” edebiyatı yapıp, kendimize dev aynasından bakmamızı değil, sahip olduğumuz güzel hasletleri hatırlamamızı sağlamak.
İsrail, Lübnan’a saldırdı. Böyle bir saldırıyı beklemeyen yabancılar, Lübnan’da kendilerine uzanacak bir yardım eli beklediler.
Buraya bir parantez açalım. Savaş, tabii afet gibi durumlarda bölgeye ulaşabilecek bir ekip kurmak sandığımızdan daha zor. “Can var, canan var.” sözü gereği, “Hadi yardıma koşalım!” diyenlerin çoğu, iş ciddiye binince vaz geçer, kolay kolay kimse canını tehlikeye atmak istemez. Parantezi kapattık.
Tabi ki aradıkları yardım elini bulmaları pek kolay olmayacaktı Lübnan’dakilerin. BM’nin İsrail’i kınamaktan bile aciz olduğu, ABD’nin “Vur gözüne gözüne!” diye İsrail’e sınırsız şakşakçılık yaptığı bir dönemde; büyük (!) çıkarlar gereği, kimseler bölgeyle alakadar olmadı.
Peki Türkiye ne yaptı? Ardı ardına gemiler gönderdi. SAT komandoları 19 Temmuz’dan bu yana 9,500‘den fazla yabancıyı Türkiye’ye getirdiler. Birçok devlet, Türkiye’ye teşekkürlerini sundu.
Size çok normal geliyor değil mi?
Haklısınız! Zor zamanda, dosta düşmana yardım eli uzatmak; 10 yıllık değil, yüz yıllık değil, belki binlerce yıllık bir geleneğimiz bizim. Örnek ister misiniz?
Yahudilere Yardım
İspanya’da zulme uğrayan Müslüman ve Yahudiler, Osmanlı Devleti’nden yardım isterler. Osmanlı Devleti, 1505 yılında İspanyol sahillerini vurmak için Kemal Reis kumandasında bir filo gönderir, zulme uğrayan bir kısım Müslüman ve Yahudi Türkiye’ye getirilerek katliamdan kurtarılır. Zulümden kaçarak sığınan bu insanlar, durumlarını toparlayıp verimli hale gelene kadar 5 yıl vergiden muaf tutulurlar.
Tahtımı veririm, Sığınanları vermem
Tarihî kaynaklara göre, 18. asırda Macar lider Lajos Kossuth, uğradıkları zulümden kurtulmak için dönemin Padişahı Sultan Abdülmecid Han’a bir mektup yazarak kendisi ve arkadaşlarına kucak açılabilme imkanının olup olmadığını sorar. Sultan Abdulmecid Han’ın, garanti vermesi sonrası, 5 bin Macar ve Polonyalı mülteci Türk topraklarına iltica eder. Macar ve Lehlerin Osmanlı Devlet’ne iltica etmesinden sonra Rusya ve Avusturya devletleri, baskı yaparak mültecilerin kendilerine verilmesi hususunda ısrar ederler ve hatta Ruslar, mültecilerin verilmemesi halinde savaş açacakları tehdidinde bulunurlar.
Rusya ve Avusturya’nın isteklerinde direnmeleri üzerine genç Padişah Sultan Abdülmecid Han’ın, büyük bir insanlık dersi veren “tahtımı veririm, başımı veririm, fakat devletime sığınanları asla geri vermem” şeklindeki sözleri tarihe kaydedilir.
Bolşevik Devrimi, 2. Dünya Savaşı, Saddam…
1917 Bolşevik Devrimi sonrası ülkelerini terk eden Beyaz Ruslar, ilk durak olarak Türkiye’yi seçer. Kendileri için 1921 Ocak’ında Halk Çorbası kampanyası başlatılır. Yine kampanyalarla battaniyeler bulunur. Dikkat buyurun: Yıl 1921’dir ve 150,000 ile 200,000 arası mülteci Türkiye’ye gelmiştir.
2. Dünya Savaşında aynı olaylar tekrarlanır. Savaş bölgelerinden uzaklaşmak isteyenler, soluğu Türkiye’de alırlar. Bu mültecilerin Türkiye’nin gelişiminde katkısı olur, Avrupa’dan kaçan bilim adamları, yeni kurulan üniversitelere öğretim üyesi olarak yerleşirler.
1979 İran Devriminde muhalifler Türkiye’ye sığınırlar. Yine 1991’de Saddam’ın zulmünden kaçan binlerce peşmerge, sınırlarımızdan alınır ve olabildiği en iyi şekilde misafir edilir.
Bunlar alelade destekler, alelade yardımlar değildir. Bir devletin mülteci alması, o devletin ekonomisine hızarla dalınmasıyla eşdeğerdir. Çünkü gelen mültecilerin yiyeceğe, içeceğe, yatağa ihtiyacı vardır ve bunlar ülke halkının verdikleriyle karşılanır.
Ama Türkiye’de kimse çıkıp da “Hey memur bey! Ben vergisini veren bir vatandaşım. Benim vergimle bu zavallılara bakmayın!” demez, diyemez.
Bazı huylar vardır, milletlerin içine işlemiştir. Ciğerlerini çıkarsanız da bu huylarından vazgeçiremezsiniz.
Misafirperverlik de bunlardan biridir.