Geçmiş zaman ve dört kuşak

Hani sanki, şöyle bir kanaat var ya hepimizde; eskiden herşey daha mı güzeldi ne? Hani, hep bir eskiyi özlemle anma, gözünde tütme durumu vardır ya…

Bu düşücenin, bugünlerde yavaş yavaş değiştiğini düşünüyorum. Eskiye, o kadar da özlemle bakmadığımı farkediyorum artık. Yazının nereye gideceğini merak eden için bir ipucu vereyim. Eskiye o kadar da imrenerek bakmama durumu, kendi yaşadığım tarihten çok öncesini de kapsıyor. Yani görmediğim, ama duyduğum, yaşamadığım ama anlatılanlarla hissederek bazen özlem duyduğum biraz daha eskiyi de kapsıyor…

Dedem rahmetliyi, hep babamdan dinlediğim, “duruş” adamı yapısıyla tasavvur ettim. Az konuşan, ciddiyet ve vakur sahibi, prensipli bir kişilik. O zamanın devlet memuru, hatta hükümet tabibi. Muhafazakar, inançları ağır basan, yoksul bir ailede yetişmiş. Devlet bursuyla yatılı okumuş, orta okulda terkettiği köyüne bir daha doktor olarak dönmüş. Erken yaşta hayatı tanımak, yokluğu bilmek, çalışma azmi ve işte yukarıda sözünü ettiğim o, “duruş” adamı yapısını getirmiş beraberinde. İnancı sağlam, vakur ve ciddiyet sahibi bir adam…

Ve ben bu adamın, Adnan Menderes iktidara geldiği günü, çocuk gibi bir sevinçle karşıladığını da dinledim. O güne kadar zorla giydirilen, fötörü bir çırpıda atıp, gözyaşlarıyla şükrettiğini de…

Hadi o kadar eskiye gitmeyelim. Rahmetli annem, ilkolul öğretmeniydi. 70’li yıllar, benim okul öncesi yaşlarım da okul sıralarında geçti onunla beraber. Hani bir nevi ilkokulu çift dikiş yaptım sayılır. Annemin okul kapısına kadar başörtüsüyle gelip, kapıda peruk takılı olan başını açtığını, derse girdiğimizi, çıkarken de tersinin tekrarlandığını hatırlıyorum. Annem bu denli sıkı sıkıya sarıldığına göre, başörtüsü iyi birşeydi ama, devlet sevmiyordu her nedense…

Hadi biraz daha yakına gelelim. Bundan 10 sene öncesine kadar, bir müslümanın ibadetini yapıyor olması, sanki saklanacak birşeydi. Kıyıda köşede, hatta lavabolarda namaz kılmaya çalışan samimi inançlı insanların hikayelerini dinledim hep. O kadar ciddi boyutlarda olmadı şükür, ama çok defa benim de başıma geldi…

Washington’a ilk gittiğimde, yolda vakit yaklaşınca, “namazı nasıl yapıcaz?” diye sordum arkadaşlara. “Abi vakit girsin, bir yer buluruz” dediler rahatça. Çoğu zaman, İstanbul’da bazı yerlerde bile, vakit daralıp bir mescit aradığımızı bildiğimden, Hıristiyan bir ülkede, bu telaşın olmamasına şaşırdım. Vakti gelince de, özgürlüğün nasıl birşey olduğunu anladım. Yol kenarındaki dinlenme tesisinde mescit yoktu tabi ki. Ama temiz ve müsait olan her yer, bu iş için biçilmiş kaftandı. Seccadeleri bir yeşil alana serip cemaat olduğumuzda, bir Allah’ın kulu da dönüp bakmadı. Üstelik bu, 11 Eylül’den, yani ABD’de İslam’a karşı ılımlı düşüncelerin tepetaklak olduğu tarihten sonra yaşanıyordu. Herşeye rağmen, inançlı insan, inancını yaşamakta özgürdü…

Bu sabah, Türkiye Gazetesi’nin manşetini okurken bunlara dalıp gittim. Bir zamanlar bu çilelerle hayat mücadelesi verip, rahmeti rahmana kavuşanlar, eminim bu manşetleri bizden çok daha iyi içlerinde hissederlerdi.

Ben artık geçmişi özlemle yad etmiyorum. Oğlumu kucağıma alıp, onun geleceği için, nasıl yaşanılır bir memleket kurulduğunu, sevinç dolu gözlerle seyrediyorum…

Sevebilirsin...