Bencillik hastalığı

Bencillik hastalığı

Yüzyılımızın en büyük problemi nedir deseler, “Bencillik” derdim sanırım. Hava kirliliği, küresel ısınma gibi “büyük” konular dururken, o da nereden çıktı demeyin. Bencilliğimiz, gazetelerde okuduğunuz “geleceğin büyük tehlikeleri” makalelerinden daha büyük bir gerçek olarak karşımızda duruyor çünkü.

Sabahtan akşama; iş günü, tatil günü ayırt etmeden, zihinlerimizi sarmış olan bu bencillik probleminin etkisinde hareket ediyoruz. Yolda bir kaza mı olmuş? “Birileri ilgilenir!” deyip yolumuza devam ediyoruz. Kaza yapan biz olursak işler değişiyor, “toplumun ne hallere geldiğinden” bahsediyoruz.

Psikiyatri hocalarımızdan biri, vakti zamanında bir psikiyatrik hastalıktan bahsederken, laf arasında “O kararı da hasta kendisi verecek. 100 milyona bu kararı verecek riske giremem.” demişti. Bir saatlik konuşmanın arasındaki bu 2 cümle, sanırım hocanın zihnindeki yardım profilini açıklayabiliyordu.

“Ne kadar ekmek, o kadar köfte”ydi bir yerde, ona göre. İçimin burkulduğunu hatırlıyorum.

Muhtemelen derdinizi dinleyecek kimse bulamadığınız -ki zaten bu da bencilleşmemizin bir sonucudur- için geldiğiniz psikiyatrist; bir gözü saatte, diğeri cüzdanınızda sizi dinleyecekti.

Siz de iyileşecektiniz.

Geçenlerde de buna benzer bir olay başıma geldi. Zaten bu yazıyı kaleme almama da bu olay sebep oldu.

Taksiyle bir yere giderken, trafik biraz sıkıştı. O saatlerde o yolda bir sıkışma beklemediğim için, bir kaza olmuş olabileceğini düşündüm. Gerçekten de, yola devam ettiğimizde birbirlerine hafifçe “dokunmuş” iki arabanın yolu tıkadığını gördük. Arabaların şoförleri birbirleriyle tartışıyorlardı. Bir başkası da cep telefonuyla konuşuyordu. Muhtemelen trafik polisi çağırıyordu.

Manzarayı gören taksi şöförü, konunun uzmanı olduğunu belli etmek isteyen bir ses tonuyla, arabalardan hangisinin suçlu olduğuna dair konuşmaya başladı. Kafasında bir senaryo yazmıştı: Arkadaki siyah araba, yan yoldan ana yola girmeye çalışırken, öndeki beyaz arabaya çarpmış olmalıydı. Şöföre göre bütün kusur arkadaki araçtaydı. Bu sebeple trafik polisinin kazayı görmesini gerektiren bir durum yoktu.

Kazanın sebebiyle ilgili bir fikrim yoktu. Zaten öndeki arabanın ezilmiş kısmını da tam görememiştik. Ben bunları düşünürken taksi şöförü şöyle dedi:

– İşte abicim, bu gibi trafik polisine gerek olmayan durumlarda bizim gibi adamlara görev verecekler. Kaydı biz tutacak, işi biz halledeceğiz.

Biraz durdu. Sanırım kurduğu hikayeyi biraz daha gerçekçi temeller üzerine oturtmak istiyordu:

– Önce bizi alıp bir kurstan geçirecekler. Sonra böyle olaylara biz bakacağız. Böylece basit bir dokunmada trafiğin sıkışmasına da engel olunmuş olacak.

Bir şey dememe fırsat kalmadan ekledi:

– Bize de müdahale ettiğimiz olay başına bir ücret verecekler.

İşte o an, şöförün suratına bakıp kahkaha atmayı düşündüm.

Bir polis, rüşvet almamalıydı. Hatta kimileri, trafik polislerinin kestikleri ceza başına komisyon aldığını iddia ediyor, bunu ayıplıyorlardı.

Muhtemelen bu taksi şöförü de, böyle bir durumu uygun görmeyecekti.

Ama kendisi, müdahale ettiği olay başına ücret almak istiyordu.

Boşuna ceza falan kesmezdi yani. Rüşvet falan zaten almazdı.

Anlaşılan, kendisine diğer insanlardan daha çok güveniyordu. Veya kendisini çok uyanık sanıyordu. Gerçi sanırım ikisi de aynı kapıya geliyor.

Neyse… Kahkaha atamadım. Gülecek bir durum yoktu: Sadece hepimizin içinde bulunduğu bu bencillik hastalığına bir kere daha tanıklık etmiştim.

Sahtekarlık yapmayacağına güvenen taksi şöförü, arabadan inerken verdiğim 10 YTL’nin üstü olan 40 kuruşu veremedi. Bozukluğu olmadığını söyledi.

Ben de inandım.

Başka ne yapabilirdim ki?

Kanser tüm vücudu sardığında, tedavi seçenekleriniz de tükenir.

Sevebilirsin...