Futbol Oyunları
Atıştırmalık bir şeyler almak için çay ocağı gibi bir yere gidiyordum. Karnım sırtıma yapışmıştı. Girdim çay ocağına. Maçın ortasına dalmıştım. Bağırış çağırış, etraf curcuna… Karışık tost söyledim.
Karışık tost deyip geçmeyin, ustalık ister. Sucukları önce ısıtılır, mümkünse tereyağında hafif kızartılır. Kaşar ise rende edilmiş olmalı, hiç değilse doğranmış olmalıdır. Lezzetin bir kaç katmanı vardır. Isırıldığında alınan tat, yenirken ve ağızda bıraktığı tat. Bunları bilmeyen kişi iyi bir usta olamaz. Tabi ortalama bir yeri bırakın, ciddi yerlerde bile bunlara dikkat eden bulunmaz genelde, tost diye özensizce yan yana getirilmiş gıdalar yenilir.
Devre arası olmuş ama etraf yıkılıyor. Herkesin ağzında hakemin maçta verdiği yanlış kararlar var. Top çizgiyi geçti mi, geçmedi mi? Tartışma bu ama, tartışma o kadar ateşli ki dışarıdan bakan bir uzaylı bunun beşeriyetin geleceğiyle ilgili olabileceğini düşünürdü.
“Bu çok önemli soruyu gerçekten kameralarla vs. yeteri kadar iyi görüntüleyemiyorsak, topa bir ya da daha çok parmak ucu kamera konsa olmuyor mu?” diyordum içimden. Ya da ne gerek var? Topa konumunu belirlemek için çok küçük bir sensör konur, böylece çizgiyi geçip geçmediğini rahatça anlayabilirdik. Bu kadar gümbürtüye de gerek kalmazdı.
Çayımı tazelemek için boş bardakla ocağın yanına giderken, bu düşündüklerimi öylece söyledim hani nasıl desem amaçsızca. Der demez birisi koltuğa “akmış” vaziyette, “son salvetiyle” çoluğunu çocuğunu zehirli bir hayvanın saldırısıdan korurcasına şunu dedi:
“Futbolu makineleştireceksiniz olmaz öyle şey!”
Bu arkadaş bir yüksek okul mezunu olmaya hazırlanıyordu, olmuştur belki de. Bu saygısızlığından sonra orayı derhal terk etmedim, ama bu arkadaşı hiç de anlayamadım. Adamın ders kitabını alacak parası yoktu, ya da o parayla sigara almayı tercih ediyordu. Yok yok bildiğin kitabın fotokopisini almaya güç yetiremiyordu. Biliyorum, zaten belki de bu yüzden kaçak göçek sigaralar içiyordu. Saatlerini, “gol mü değil mi” tartışmasına, futbolun makineleşmemesi adına heba edebiliyordu bu duruma rağmen. Hayatta bu durumlar için genellikle “hayret” denir. İşte böyle hayretlik bir şeydi bu olay da.
Her büyük anlamsızlık küçük evrenimizde anlamlı bir yere oturmalıdır. Elimdeki soğuyan tost ve ben sanki oraya ait değil gibiydik. O zaman daha iyi anladığımı sanıyorum: Futbol masum bir köylü oyunu değildi. Oyundan daha çok, bir endüstri ya da sektör olabilirdi. Daha çok menşei şehir olan bir iş koluydu. Oyun mantığı ile kurgulanmıştı sadece. Sen de bu sektörün patronajında değilsen, ne yaparsan yap kaybedeni oluyordun.
İlginç olan bir de şu var ki, “gelişmiş” diye tabir edilen “zengin” ülkelerde bunun büyük bir iştahla genel akım medyada yer aldığını görüyoruz. Genellikle futbolla ilgili söylenen kötü şeylerin, eleştirilerin bu kadar itibar görmemesini ben buna bağlıyorum. İtiraz, derinlerde bir yerlerde “İngiltere oynuyor kardeşim” ya da ” Bütün dünya seyrediyor ne var yani?” sorularında düğümleniyor.
Evet sadece İngiltere’de 2007 yılında kayıtlı 210,867 adet futbol takımı var. Ancak orası bir ada ve bir krallık. Futbolun İngiltere’de yükseldiği dönem olan 20. yüzyılda, İngiliz Kraliçesi 570 milyon kişiye hükmediyordu. Aynı dönemde coğrafyanın bu köşesinde durum hiç de iyi değildi.
Ümit ediyorum bir gün onları taklit etmeyi bırakacağız. Ancak korkum şu: O zaman geldiğinde biz ve onlar arasında ayırım yapmak için bir sebebimiz kalmayabilir.
Neyse, tost yemeğe devam.