Ah şu internet!

Ah şu internet!

Patronumun odasına girdiğimde, güneş ufuk çizgisinde kaybolmak üzereydi. Bunu çok net hatırlıyorum, çünkü patronumun odasının iki cephesi camdan yapılmıştı ve oda batı tarafına bakıyordu.

Patronum ciddi, asık suratlı bir adamdı. Hani kötü adam tiplemeleri vardır ya, onlar gibi biriydi işte, benim gözümde. Ciddi bir konuda konuşurken kaşları hep çatık olurdu. Alnındaki kırışıklıkların bu yüzden oluştuğunu düşündüğümü söylerdim arkadaşlara. Onlarsa yaşı ilerlediği için alnının kırıştığını söylüyorlardı.

Çalıştığım yer teknoloji işleri yapan bir firmaydı. Fakat patronum teknoloji nedir bilmezdi. Bir projenin yetiştirilmesi gerekiyorsa, yetiştirilmeliydi ona göre. Hata yahut başarısızlık kabul etmezdi.

Halbuki bilgisayarla uğraşıyorsanız, aksiliklerle çok karşılaşırsınız.

Başarısız olan çalışanları çıkarır, yerlerine başarılılarını alırdı. Şirkette 4-5 yıldan uzun süredir çalışanını bulmak zordu. Ben 6 yıldır şirketteydim.

İyi bir çalışandım. Çalıştığım konuda uzmanlığım vardı. Ayrıca patronun sevgisini kazanmayı bilmiştim. En çok bana güvenirdi.

Sabah en erken o iş yerine gelir, gece en son o işyerinden ayrılırdı. Çoğu çalışanın kendine ait odası olmadığı için, gece şirketten ayrılmadan önce bütün bilgisayarları kontrol eder, açıkta kalan bilgisayarları kapatırdı.

Bilgisayarları onun kapattığını nereden mi biliyorum? Duyuru panosuna astığı, büyük kalın harflerle yazılmış uyarı metninden. “Akşamları bilgisayarlarınızı kapatarak şirketten ayrılın!” gibi bir şey yazıyordu metinde.

Arkadaşlarla, uyarıyı ilk gördüğümüzde çok sinirlenmiştik. Çoğumuz film indirmek için geceleri bilgisayarları açık bırakıyorduk. Bu bizim en tabi hakkımızdı.

Patronum internetten de anlamazdı. Şirketin bilgiişlemcisi, patronun bilgisayarına Outlook kurmuştu. Patronum maillerini bile kontrolde zorlanır, zaman zaman beni çağırarak kendisine yardımcı olmamı isterdi.

Her çağırdığında yanına güleryüzlü bir şekilde giderdim. Bunun arkadaşlarımın arasından yükselmem için iyi bir basamak olabileceğini düşünüyordum.

Patronun işini hallettiğimde arkadaşların yanına döner, patron hakkında konuşmaya başlardım. Bundan zevk alıyordum. Arkadaşlar da zevk alıyorlardı.

Orta yaşlı çalışanlardan Kutay, patron hakkında değişik benzetmeler yapmaktan çok hoşlanırdı. O gün “Kar topu gibi adam!” diye söylenmişti. Anlamadığımızı görünce de, “O yanımıza gelirken, uzaktan yuvarlak bir cisim geliyormuş gibi görünüyor” demişti.

Hepimiz bu söz üzerine kahkahayı basmıştık. Patron hep beyaz gömlek giyerdi ve gerçekten çok kiloluydu.

Yan masamdaki çalışan Can Bey, bilimsel şeyler konuşmaktan zevk alırdı. Bu benzetmenin üzerine başını masasından kaldırmış ve “Hormonları bozuk galiba bu adamın. Obez obez!” demişti.

Yine gülüşmüştük.

İnterneti severim. 2004 yılında, ücretsiz bir blog servisinde bir hesap açmıştım. Ayda yılda bir, anım sayılabilecek olayları yazıyordum. Çoğunlukla yazımın bir yerinde patronla ilgili bir kaç kelime geçerdi. Ondan bazen patron, bazen ise isminin baş harflerinden oluşan K.M. kısaltmasıyla bahsediyordum. İş yerinden kimse böyle bir blogum olduğunu bilmiyordu. Bu konuşmalarımızı da siteye yazmıştım.

Zeki bir adamdım gerçekten.

Patronun yanındayken patrona akılcı fikirler verir, patronun yanında değilken arkasından konuşur dururdum. Böyle rahatlıyordum.

O gün, patron işyerine gelmedi. Hastalandığını düşündü herkes. Yoğun bir çalışma döneminde olduğumuz için, üzerinde fazla durmadık.

Ertesi gün, yine gelmedi işyerine. Telefonunu aradık, cevap vermedi.

Nerede oturduğunu bilmiyorduk. Çoğumuz kendisiyle ilgili fazla bir şey bilmezdi zaten.

İşin doğrusu, ona fazla değer vermiyorduk.

Neden sonra, bilgiişlemde çalışan akrabasına haber verdiler. İzin günündeymiş, o da patronun gelmemesine şaşırmış.

Patronun cep telefonunu ve ev telefonunu aramış o da. Ulaşamamış. Evine bakacağını söylemiş.

Akşam saatlerinde aradı beni. Ağlıyordu. Patronun yakınlarına ait bazı telefon numaralarına ihtiyacı olduğunu söyledi. Daha önce patronun bilgisayarında bu numaraların kayıtlı olduğunu görmüştü.

O anda şirkette bulunan ve patronun bilgisayarına koyduğu şifreyi bilen tek kişi ben olduğum için beni aramıştı.

Ne olduğunu sordum. Söylemedi.

Patronumun odasına girdiğimde, güneş ufuk çizgisinde kaybolmak üzereydi. Bunu çok net hatırlıyorum, çünkü patronumun odasının iki cephesi camdan yapılmıştı ve oda batı tarafına bakıyordu.

Bilgisayarı açtım. Şifreyi girdim. Daha önce bu bilgisayarın başında hiç yanlız kalmamıştım. Açıkçası neler bulunduğunu merak ediyordum.

“Ne olacak?” diye geçirdim içimden. “Bu adam ne anlar internetten?”.

Elim, ister istemez internet tarayıcısına gitti bunları düşünürken. Sık Kullanılanlar’ına hangi siteleri eklemişti acaba?

Bir haber sitesi, bir döviz sitesi, bir bankanın web sitesi ve…

…ve adı bana hiç de yabancı gelmeyen bir blog vardı listede!

“Yorgun ITci – Bilişim ve patronlar üzerine” yazıyordu sayfanın başlığına.

Bu benim 4 yıldır tuttuğum blogdu.

Kan beynime sıçradı. Sayfayı kapadım ve hemen Belgelerim klasörünü açtım.

Bir yığın döküman klasörünün arasında Özel isimli bir klasör vardı.

Özel diye klasör ismi mi olur? “Açın bu klasörü” demekle aynı şey!

Klasörü açtım. İsim bölümünde tarihler yazan yüzlerce döküman karşıladı beni. Günlük gibi bir şey tutuyordu galiba. Dökümanlardan sonuncusunun üzerine tıkladım. Dökümanın özet bölümünde şöyle yazıyordu:

Hakan yine bir yığın laf yazmış. Bu kadar kötü müyüm gerçekten. Niye yüzüme söylemiyor peki? Acaba Hakan hazırlamıyor mu bu siteyi?

Başımdan kaynar sular döküldü. Yazılarımı okumuş muydu gerçekten? Bunca zamandır? Peki niye beni işten atmadı? Niye bana hiçbir şey sormadı?

Dosyayı açmak istedim. Şifrelenmişti. Tahmin ettiğim bir kaç şifreyi yazdım ama dosyayı açamadım.

Bilgiişlemci çocuğun aradığı telefon numaralarını buldum ve çocuğu arayarak kendisine ilettim.

“Patrona ne olmuş?” dedim.

Sesi boğuktu. “İki gün önce ölmüş” dedi kesik kesik. “Kalp krizi”.

“Kimse anlamamış mı şimdiye kadar?” diyecek oldum.

“Nasıl anlaşılsın?” diye çıkıştı. “Bir evde yalnız başına yaşıyordu.”

Cenaze namazında yüzlerce kişi vardı. Çoğunu tanımıyordum. Akrabalarından pek çok kişi de cenazedeydi. Patronu sevmeyenler, cenazeye de gelmemişlerdi. Kutay’dan, Can’dan bahsediyorum.

Bir tek ben vardım aralarından.

Yanıma birisi yaklaştı. Başımı çevirdiğimde bilgiişlemci çocuk olduğunu gördüm.

“Nasılsın?” dedim.

“O sendin değil mi?” dedi.

“Kim?” dedim şaşkınlıkla.

“Patron bilgisayardan anlardı ama anlamıyormuş gibi yapmayı severdi. Yumuşak bir insandı ama ciddi duruşluydu. Bir tek titiz yanı vardı, iş yerinde iş yapmayanı bulundurmazdı.” dedi.

Bana döndü.

“Çalışanlarının ziyaret ettiği siteleri incelemeden geçirirdi. İşten çıkardığı çalışanları, iş vaktinde lüzumsuz işler yaptıkları için çıkardı işten.”

Şaşırmıştım.

“Sen nereden biliyorsun bunları?” dedim.

“Patron beni çok severdi.” dedi.

Biraz durdu.

“Bana anlatırdı bütün sıkıntılarını. 2 ay önce senin girdiğin bir siteyi gördü. Şu blogu… Kendisinin anlatıldığını fark edince kimin hazırladığını sordu bana. Muhtemelen senin hazırladığını söyledim. Bir şey demedi.”

Biraz bekledi, akrabalarının yanına doğru yürümeye başladı.

“Niye beni atmadı işten?” diye seslendim arkasından.

Arkasını dönmeden sordu:

“Niye atsın ki?”

Sonra geri döndü. Yüzüne alaycı bir gülümseme oturmuştu:

“‘Kar topu’ gibi bir adamdı gerçekten. Kötülük düşünmezdi. İşini yapan bir adamı niye işten çıkarsın ki? Kendisini haksız yere kötülüyor diye mi?”

Bir şey diyemedim.

Tesadüf müydü bilmiyorum…

… patronu defnederken hafif hafif kar yağıyordu.

İbrahim

Hekim. Yazar, beğenirse çevirir, kod yazarak eğlenir. 2002'den beri internette yazıyor.

Sevebilirsin...

2 Yanıt

  1. mahmut_isikan dedi ki:

    çok güzel bir hikaye gerçekten,ibretlik 🙂 .

  2. ömer dedi ki:

    gerçekten sizin başınızdan geçen bir olaymı