Behçet Hastalığı

Behçet Hastalığı

Hulusi BehçetBilirsiniz, Batı dünyası, kendisinden çıkmayan bilim adamlarını pek hazmedemez. Bilimin hangi alanında bir başarı elde edilmişse, bir şekilde batılı bilim adamlarının isimleriyle anılır. Bu bilgi bombardımanı öyle bir boyuta ulaşmıştır ki, sadece batılı kaynaklardan bilim tarihi okuyanlar, dünyanın geri kalan kısmından bilim adamı çıkmadığı zannına bile kapılabilirler.

İşin doğrusu, bütün buluşların batıdan çıktığı değildir elbette. Ama ne hikmetse, “Eski çağlarda Mısır’da…”, “Binlerce yıl önce doğuda…” diye başlayan cümleler üç noktayla sonlanır, “…ve sonra modern tıbbın babası” şeklinde devam ederler. “Ne oldu Mısır’a, doğuya?” diye sorsanız, lafınızı keser, “Tabi eski Yunan’da böyle böyle buluşlar olmuştu” diyerek, güya eski yüzyıllardan dem vururlar.

Böyle bir bilgilendirme, Yunan medeniyetinin eski çağların en büyük medeniyeti olduğunu düşenenler için yeterli olabilir ama, biraz incelemeyi sevenler, tarihçileri sıkıştırırlar: “Yunanlılar bunları yaparken, diğer yerlerde durum neydi?”

Tarihçiler bilgiç edasıyla gerinir, Yunan medeniyetinin gelişmişliğinden laf açarlar. Artık durdurabilirseniz durdurun…

Peki nedir bu tarafgirlik? Hem neden diğer uygarlıklar bir yanda dururken, eski tıp, eski bilim Yunanlılara yıkılır?

Felsefecileri olduğundan mı? Sanmıyoruz. Zira önlerini görmekten aciz felsefecilerin dağ bayır dolaşarak yaptığı bilim değildir bir kere. Yorum denilebilir ki, bunun da bilimsel açıdan herhangi bir değeri yoktur. Felsefeciler dün doğru kabul ettiklerini, bugün yanlış ilan etmekte bir sakınca görmez, bir başkası akıl vermek isteyince karşı çıkmayı marifet sanırlar. O sahil senin, bu sahil benim dolaşır; duydukları eski hikayeleri ballandıra ballandıra anlatırlar.

Ağdalı cümleler, bitmeyen hikayeler… Belki yaşadıkları dönemde egzotik kabul edilebilirler ama, geleceğe ışık tutamazlar. Onların düşüncelerine kendini kaptıranlar sebebiyle, batı binlerce yıl bilimde geri kalır; doğu algoritma hesabı yaparken, batı dört işlemde bocalar.

Sonra aydınlanmacılar ortaya çıkar, dünyayı dolaşıp zenginlikleri ülkelerine taşırlar. Bir ülke düşünün, 10 yıllık bütçesi kadar “çalıntı” altın, bir ayda hazinesine dolar. Hasılı batı, oyunda mızıkçılık yapan serseri edasındadır, gider, oyuna dahil olmayan bir çocuğun misketlerini çalar. Önce onu öldüresiye döver, sonra kazığa oturtur, üstüne üstlük diğer çocuklara örnek olsun diye teşhir eder.

Eh hakkını arayacak insan kalmayınca, zalim diye suçlayacak da kalmaz. Batılılar çalışmadan zengin olmanın keyfine varırlar.

Düşünün, seyyah haydutlar Amerika kıtasına tesadüfen ayak basar, kendilerini Hindistan’da falan sanırlar. O sebepledir ki, kızılderililer hala “Indian” (Hintli) olarak anılırlar. Doğu mu? Amerika kıtasının haritasını çizmiş, duvarına asmıştır. Kimin derisi kızıl, kiminki beyaz yıllardır bilmektedir.

Neden sonra birileri çıkıp, “Bize söylenenler yanlış, bunlar bilimsel değil!” demeye başlar. İşte batıda bilimin ortaya çıkması belki bu kadar yenidir.

“Tarihi kazananlar yazar.” derler ya, bütün bunlar unutulur. Bilimin eski Yunan’da başlayıp Avrupa’da devam ettiği söylenir. Biz de oturur inanırız. Yetmezse üzerine Hollywood bir film çeker, az efsane üzerine çokça kahramanlık katar, Spartalılar’ın, Truvalılar’ın efsaneleri, tarihi gerçeklerden daha gerçek oluverir.

Batılı bilim adamları, buluşlarının kendi isimleriyle anılmasını isterlerse, bir dedikleri iki edilmez, literatürler önlerine açılır. İnsan anatomisinde yüzlerce yol, açıklık, kabarıklık bu insanların isimleriyle anılırlar. Keza hastalıklar… Hastalığı bulan kimsenin adıyla anılan yüzlerce hastalık vardır.

Binlerce tıbbi terimden yalnızca 2 tanesinin ismi tanıdık gelir: Biri kafatasının içinde oldukça önemli bir konumda bulunan bir kemik çıkıntısıdır ki, Cella Turcica (Türk Eğeri) olarak anılır.

Diğeri ise Behçet Hastalığıdır.

Evet Michael, Haller gibi bir isim değil: Behçet.

Hulusi Behçet, Şubat 1889’da doğar. Daha küçücük bir çocukken annesini kaybeder, büyükannesi tarafından yetiştirilir. Babası işleri sebebiyle Şam’a gidince, ilk eğitimini Şam’da tamamlar, Almanca, Latince ve Fransızca öğrenir. Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ne girer ve 1910’da mezun olur. Mezuniyetinden sonra 4 yıl Zührevi Hastalıklar ihtisası yapar.

Birinci Dünya Savaşı’nda Edirne’deki askeri hastanede görev yapar, savaştan hemen sonra Avrupa’ya giderek meslektaşlarıyla tanışma fırsatı yakalar. Türkiye’ye geri döndükten sonra özel sektörde çalışır, sayılamayacak kadar yayın yapar, dergiler çıkarır.

Hastalarından bazılarında gördüğü belirtilerin henüz tanımlanmamış bir hastalığa ait olduğunu düşünür ve bununla ilgili çalışmalar yapar. 1937’de bu hastalıkla ilgili düşüncelerini Dermatologische Wochenschrift‘de yayınlar, bilim çevrelerinin ilgisini çeker. Kendi hastalarına benzer belirtiler gösteren başka hastaların da varlığı kesinleşince, oftalmaloglar hastalığa Behçet Hastalığı ismini vermeyi kabul ederler. Dermatologlar ise ayak diretir, bu belirtilerin bilinen bir hastalığa ait olabileceğini dillendirirler.

Bir parantez açalım, Behçet Hastalığı, unutulabilecek basit bir hastalık değildir. Deri altı, göz ve beyni etkiler ki bağışıklık sistemine bağlı bir çok etkisi gözlenir. Pek çok hastada, akla ilk gelecek hastalıklardan biridir.

İşin doğrusu, Hulusi Behçet, Türk olmakla yarışa bir adım geride başlar. Lobi çalışmalarına yenilmemek için elinden geleni yapar, Avrupa’yı arşınlayarak haklılığını ispatlamaya çabalar. O kadar ki Prof. Schwartz kendisi için “…o her zaman yurtdışında buluşlarını tanıtıyor, bunun için onu Türkiye’de bulamıyorsunuz.” der.

Kimi bilim adamı hastalığı kabul etmez, kimisi ise Behçet isminin verilmesine karşı çıkar.

Halbuki bir İngiliz olsa çabalaması gerekmez. Fikrini ortaya atması yeter, birileri nasıl olsa adını literatüre geçer, kendisine methiyeler düzerler.

Hulusi Behçet’in böyle bir lüksü yoktur. Sürekli yayın yaparak arayı kapamaya çabalar.

Bu hastalığın belirtilerini gösteren yeni vakalar ortaya çıktıkça, itirazlar da sönmeye başlar ve 1947’de Behçet Hastalığı, Morbus Behçet ismiyle kabul görür. Sonraki yıllarda ise isim Behçet Disease (Behçet Hastalığı) şeklinde anılmaya başlar.

1948’de vefat edene kadar 126 yayın yapar, bu yayınların 53’ü prestijli Avrupa dergilerinde yayınlanırlar.

Hala her yıl “Türk-Kore Behçet Günleri” düzenlenir ve Behçet Hastalığı üzerine yayınlar yapılır.

Hulusi Behçet sayfasıNeden geri kaldığımız sorusunun bir yığın cevabı var. Vermek istediğimiz şu örnek, neden geride kaldığımızı göstermek açısından yeterli olabilir herhalde:

Türkçe yayın yapan Vikipedi’de Hulusi Behçet başlığında, kalın harflerle şu uyarı yazıyor: Bu sayfa başka bir dilden çevrilmektedir.

Kendi bilim adamımızın hayat hikayesini, İngilizce Wikipedia’dan çevirmek zorunda kalıyoruz.

Çünkü kendisini tanımıyoruz, ne yaptığını bilmiyoruz.

Efsanelerden kopup gelen sözüm ona kahramanlarla, medya şişirmesi ünlülerin şecereleriyle, haberleriyle uğraşırken, kendi bilim adamlarımızı tanımamamızdır problem.

Çiçek aşısından, algoritmadan, eski kimyacılarımızdan, eski fizikçilerimizden konu açıldığında, birileri hayal ürünü hikayeler anlatıyormuş gibi burun kıvırmamızdır belki de.

Hulusi Behçet’le ilgili bu yazıyı hazırlamamızın sebebi de işte budur.

İbrahim

Hekim. Yazar, beğenirse çevirir, kod yazarak eğlenir. 2002'den beri internette yazıyor.

4 Yanıt

  1. checka dedi ki:

    Bu yazıyı 5 yıldız kesmez 10 tane 20 tane lazım çok güzel olmuş..

  2. mustafa dedi ki:

    bilimde adam kayırmanın, en bilimsel gerekçelere dayandırılarak normalleştirilmesi dünyanın olduğu gibi türkiye’nin de çok önemli bir problemi.

    kaç tane dindar profesör tanıyorsunuz? sayılı mı? normaldir. çünkü bilimsel (!) bir açıklaması var: din bilime engel. St. bilmemkimin bilimsel başarıları? hristiyanlık no prob.

  3. beynelmilel dedi ki:

    Uzun zamandır nette böyle uzun bi yazı beni sürükleyip kendini okutabilmiş olmasada bu yazının felsefeci tanımından sonra boyutunun önemi olmaksızın tamamını okudum…Anlatılanlar kanıma dokunmadı değil…

  4. wolworin dedi ki:

    bunun gibi örnekler çok!!!!
    komşu kendi tavuğuna sahip çıkmassa komşusu çıkarmış!