İnternetin ve Benliğimizin Kopuk Halkaları

2005 yılında Opereyşın’ı kurduğumuzda, Türkiye’de blogculuk yeni yeni filizleniyordu. Web 2.0, RSS, erişilebilirlik gibi yeni hayatımıza giren birçok kavram, çoğu kendi hayatlarının da henüz baharında olan blogcuları fazlasıyla heyecanlandırmıştı. Herkes çılgınlar gibi birbirine bağlantı vererek, “keşfedilmeyi bekleyen” bu topraklarda neşeyle yürürken; internetin ne olduğu üzerine de bol bol ahkam kesiyor, yeni mecraların taşıdığı potansiyeli gördükçe keyifleniyorduk.

Zaman içinde, o günlerdeki “internetin geleceği” projeksiyonlarımızın bir yandan ne kadar doğru, bir yandan da ne kadar yanlış olduğunu görme fırsatı bulduk.

Bugünlerde, bir süredir mesleki çalışmalarımız ve pandemi sebebiyle yeni içerik eklemeyi azaltmak durumunda kaldığımız Opereyşın’a bir bahar temizliği getirmeye çabalıyoruz. Altyapı, tema ve renk paletlerindeki değişimi; sayısı 2.200’ü geçen yazılarımızın gözden geçirilmesi ve yeniden aktif içerik ekleme sürecimizin başlaması takip ediyor.

Bu sürecin bir parçası olarak, geçtiğimiz 17 yılda yazılarımızda paylaştığımız dış ve iç bağlantıların da aktifliğini ve güncelliğini kontrol ederken çok bariz bir patern dikkatimizi – bir kez daha – çekti: İnternetin “hiçbir şeyin kaybolmadığı” bir dünya olduğunu düşünürken, aslında ne kadar kırılgan ve günübirlik bir yapısının olduğu.

Bir çok bağlantı ve internet teknolojileri temelli içerik, insan hayatı ölçülerinde bile kısa sayılabilecek sürelerde yitip gitmiş. Bağlantı verdiğimiz bir proje, keyifli bir içerik, bir video; bir bakıyorsunuz artık yok. Sadece paylaştığımız adreste de değil, internette “komple” yok. Sadece bir çoğu süreç içinde doğal olarak kapanan kişisel bloglardan ve ücretsiz web sitelerinden bahsetmiyoruz. Resmî web sitelerinden, koca koca “marka”lardan, internet devlerinin projelerinden, web üzerinden hayatını kazanan isimlerin mecralarından, teknolojilerden… “Milenyum” kelimesinin verdiği heyecanı hatıralarının bir yerinden bulup çıkarabilecek herkesin “Evet ya, vardı!” diyeceği o “köklü” web sitelerinden bahsediyoruz.

Çok değil, 20 yıl olmadan, “hiçbir şeyin kaybolmayacağına” inandığımız web’te aslında birçok şeyin fiziksel dünyadan bile daha hızlı şekilde nasıl kaybolup gittiğine şahit olmuşuz. Sandığımızdan çok şey tamamen “uçmuş”, tamamen kaybolmayanlar da belki birilerinin “internete kapalı” sabit disklerinin “tozlu raflarında” bir daha açılmamak üzere bekliyor. Geçmişte forumlarda, blogların yorumlarında yazdıklarımızın çoğu bugün yok. Fiziksel arşivlerde olduğu gibi, bir gün geriye dönüp bakıldığında bulunabilmeleri de mümkün değil.

Geriye kalan, kendimizle ilgili “o an için” korumaya değer gördüğümüz ve korumaya gücümüz yeten içerikleri saklayabilmek.

Rafine, otosansürden geçmiş, 1984’ten fırlayıp gelmişçesine “gerçeği her gün yeniden yazdığımız” internet varlıklarımız ne kadar “biz”e dair?

Kaybolan kayıtlar hafızalarımızı yok ediyor, hafızalarımızsa hatıralarımızı…

2050’nin 2060’ın yaşlıları, geriye dönüp “hayatlarını geçirdikleri” internete baktıklarında acaba ne görecekler?

Ya da gördükleri “kendileri” acaba “kendileri”nin ne kadarı olacak?


Yazı imajı, yapay zeka ile oluşturuldu.

İbrahim

Hekim. Yazar, beğenirse çevirir, kod yazarak eğlenir. 2002'den beri internette yazıyor.

Sevebilirsin...