Akide Şekeri
“Neredeyse sıramız da gelmiş” dedi elindeki sıra numarasını yanındaki kendi yaşlarındaki ak sakallı ihtiyara gösterirken.
“Öyle” dedi ihtiyar. Kalın bir sesi vardı. Sakalını eliyle düzelterek devam etti: “Senin numara 22 galiba. Benimki de 20. İki sıra kalmış bana.”
“Tevellüt kaç senin?”
“32. Yaş oldu 80 ama hala buralardayız işte. İnsan yaşlandıkça, canının kıymeti artıyor.”
Biraz soluklanıp devam etti: “Senin tevellüt?”
“35.”
“Eh, aynı yaşta sayılırız. İhtiyarlamak zaten zorluyor insanı da, bir de hastalıklar eklenince.”
Karşılıklı derin bir ah çektiler. Karşısındaki konuştu:
“Doğru, doğru. Benim kalp rahatsızlığı var. En son ne zaman tuzlu yemek yediğimi unuttum.”
Ak sakallı ihtiyar, başını salladı:
“Ne kadar dikkat edersen et, arada kendini hissettirir. Bak bende de önce kalp çıktı. Tuzsuz yemeklere, ekmeklere tam alışırken, bu sefer de şeker çıktı.”
Biraz duraksadı ve gevrek gevrek güldü:
“Artık ne tatlı yiyebiliyorum. Ne de tuzlu.”
Karşısındaki acıyarak konuştu: “Senin işin, benimkinden de zormuş yahu.”
“Zor. Ama gençlikte yoktu ya çok şükür. Şimdi hıyara tuz döksen dökemezsin, susamlı bir akide şekeri yiyemezsin.”
Kapı açıldı, insanlar çıktı ve kapının üzerindeki numara “19”u göstermeye başladı.
“Şeker hastaları için sunî tatlandırıcılar var. Onlarla pastalar yapıyorlar. Onlardan yesene.”
Ak sakallı ihtiyar gülümsedi:
“Var olmasına var da, akide şekerinin öylesini bulamadım” dedi.
Önünde bekledikleri kapıdan başını uzatan birisi, “19 numara yok mu?” diye bağırdı. Cevap alamayınca içeriye geri döndü. Ak sakallı ihtiyar, ağır ağır yerinden doğrulurken konuştu:
“Ben akide şekerini pek severim. En çok da susamlısını. Eskiden ağzımda kıra kıra yerdim.”
Doğrulduktan sonra belini düzeltti ve konuştuğu ihtiyara döndü:
“Gerçi şimdi diş de kalmadı. Kırsan kıramazsın, yesen yiyemezsin. Artık inşallah ahirette.”
Kapının üzerindeki numara 20‘yi göstermeye başladığında, başıyla gireceği kapıyı işaret etti:
“Bir bakalım, hekim evladımız ihtiyar makinemizle ilgili neler söyleyecek.”
“Makine” benzetmesi karşısında, ikisi de gülmekten kendilerini alamadılar.
O esnada, yanıbaşlarında oturan 2 genç, kapısının önünde bekledikleri hekimin hastalara bakarken oyalandığını savunarak yüksek sesle tepki gösteriyorlardı.
“Sahtekar doktor içerde keyif çatıyor, biz burda bir rapor için saatlerdir bekliyoruz” diye homurdandı biri. “Sanki şu içeriye giren bunağın işi daha önemli.”
Diğeri başını salladı: “80’ine gelmişsin. Bu saatten sonra senin neyine lazım doktor?”
“Ölmekten korkuyorlar baba. Eskiler işte. Ölmekten çok korkuyorlar.”
Sonra, aklına gelen her şeyi hemen söyleme alışkanlığını bozmayarak, arkadaşına döndü:
“Çıkışta bi’ tatlıcıya gidelim mi baba? Canım acayip tatlı çekti!”
Hemen yanlarında oturan ihtiyar, hiç bir şey duymamış gibi önüne bakıyor ve yozlaşmış yeni nesil için hayıflanıyordu.
Bir anda göğsünün arka tarafına inanılmaz bir ağrı saplandı. O ana kadar yüzbinlerce nefes çektiği bu dünyada, derin bir nefes daha çekti içine. Son nefesini…
İhtiyar adamın yere düştüğünü gören sağlık çalışanları başına koştular ve hekimi çağırdılar. Hekim başına gelene kadar, ihtiyar adam son nefesini vermişti.
Olan biteni seyreden gençler, “Bugün sıra gelmez” bahanesiyle çıkıp gittiler.
Aslında ölümden, ölümüne korkuyorlardı.
Birbirlerine bile söyleyemediler.