Şimdi yaslan omzuma…

Şimdi yaslan omzuma…
“Her veda, elveda değildir.”

12:29…

Saate bakarsanız, dakikaların geçmesi saatler sürer derler. Bir saatin gelmesini bekliyorsan, saate bakmayacaksın. Yoksa bir hapishane köşesinde, kalan günlerini pürüzlü duvarlara attığı çentiklerle sayan mahkumlar gibi, her gün yüz günlük yaşadığını ama duvara sadece bir çentik atabildiğini fark edersin acıyla.

Başka bir şeyler düşünecek, yanlızca beklediğini, beklemekten başka işin olmadığını unutacaksın.

12:30… Nihayet!

Yerinden kalktı. Çoktan üzerine giymiş olduğu yaşına uygun kahverengi montunu düzeltti ve odasından dışarı çıktı. Sert mizaçlı hemşireyi, odaları gezip öğle arasının geldiğini hatırlatacak yerde, servisin orta yerindeki masasında bulunan bilgisayarda kart oyunu oynarken gördü.

Muhtemelen öğle arasının geldiğini anlayana kadar 15 dakika geçecek, ondan sonra da cırtlağın cırtlağı bir ses tonuyla “Öğle arası” diye bağıracaktı oturduğu yerden.

Elinden geldiğince hızlı bir şekilde merdiven basamaklarını indi. Dışarıdan bakan birisi, hızına bakarak bir şeylerden kaçtığını zannedebilirdi.

İşte zemin kata ulaşmıştı bile. Sağ yanında Müdüriyet, sol yanında ise ziyaretçi odası vardı. İkisine de dönüp bakmadan dümdüz ilerledi ve binanın arka kapısından dışarı çıktı.

Binanın arka bahçesi; uzun ağaçlar, bu ağaçların arasına serpiştirilmiş tahta banklar, Arnavut kaldırımıyla döşenmiş ufak yürüyüş yolları ve bahçeyi sınırlandıran uzun taş duvarlardan oluşuyordu.

“Şu duvarlar olmasa…” diye söylendi. “Aynı bizim bahçeye benziyor…”

Söylemeye bile gerek yok, bahçenin hemen her yanı çimenlerle kaplıydı. Zaten öyle olmasaydı, “kaçış yeri” olarak burayı seçmezdi.

Toprak kokusunu derin derin içine çekti, her zaman tercih ettiği banka doğru ilerlerken. Bir saat kadar önce hafif bir yağmur çiselemişti. Toprak buram buram kokuyordu.

Bir nefes ve bir nefes daha çekti.

Rahmetli hanımını hatırladı bir an. Daha doğrusu, onunla açık arazide yağan yağmur altında çılgınlar gibi dolaştıkları günü, bulduğu ilk çiçeği koparıp çiçeği burnunda eşine uzattığında onun yüzünde gördüğü üzüntüyü, “Yazık oldu güzelim çiçeğe” deyişini hatırladı. Hatasını nasıl telafi ettiğini hatırlayamadı, ama çok iyi hatırladığı bir şey vardı, bir daha asla yapma romantik hareketlere girişmemiş, çiçek koparmamıştı.

Ağaçlardan dökülen yaprakların, taş yolla ayağı arasında ezilirken çıkardığı ateşe atılmış kozalakların çıtırtısını andıran çıtırtılarla hatıralarından sıyrıldı.

Mevsim dönümüydü. Yazın sanki samimi arkadaşlarmış gibi, rüzgarda beraberce sallanan bol yapraklı ağaçlar, sanki bir ayda ihtiyarlamış, kendi içlerine çekilmişlerdi. Artık ufak bir esintide bile her biri kendi başına buyruk hareket ediyordu.

Her zaman oturduğu banka doğru ilerlerken bir an duraksadı ve yönünü değiştirip bahçenin en uzak köşesindeki üzerinde iki yanındaki iki ağacın dallarının kaynaştığı banka doğru ilerledi. Bu günlerde her şey değişiyordu ya, o da oturduğu yeri değiştirebilirdi pekala.

Banka ulaşmak için Arnavut kaldırımlı yoldan ayrıldı ve çimenlere basarak banka ulaştı. Cebinden çıkardığı muşambayı bankın kenarına serdi ve üzerine ilişiverdi.

“Burası da güzelmiş ha!” dedi kendi kendine. “Gözlerden uzak, binadan uzak. Ait olmadığım şeylerden olabildiğince uzak.”

Böyle söylerken, gözleri gayri ihtiyari bankın bir kaç metre yanındaki duvara takıldı. “Pek de yüksek yapmış köftehorlar.” diyerek iç geçirdi. “Eskiden olacaktı, atlayıp geçecektim.”

Aynı anda belinde hissettiği sızlamalar ve zaten her zaman muzdarip olduğu diz ağrısı, hiç bir şeyin eskisi gibi olmadığını bir kere daha hatırlattı kendisine.

Bir çıtırtı duyar gibi oldu. Arkasından geldiğini düşündü. Dönüp baktı, kocaman bir heyula gibi dikilmiş taş örme duvardan başka bir şey göremedi.

“Fare filandı herhalde” deyip önüne dönmüştü ki, hemen yanından, bankın diğer tarafından gelen bir sesle irkildi.

“Fare filan değil! Teessüf ederim, benim!”

Yutkundu. Bu ses… Milisaniyeler içerisinde kulak zarından beynine iletilen bu sözler, beynindeki bir kaç haftadır aktifleşmemiş nöronları elektriklendirdi. Sanki bu elektriklenme, bütün vücusunu sarmış gibi titredi ve büyümüş gözlerle ağır ağır sesin geldiği tarafa döndü:

“Ne oldu, şaşırdın mı?”

Evet. Oydu işte! O… Bankın diğer kenarına usulca ilişip kendisine dönmüş, parlayan gözlerle kendisini süzen genç adam, ondan başkası değildi. Kekeleyerek konuştu:

“Nereden çıktın sen?”

Eliyle, ters yönü gösterdi genç adam, sorunun esas manasını anlamamış gibi yaparak:

“Şuradan geldim. Sürpriz olsun diye sana.”

Boğazının kuruduğunu hissederek tekrar yutkundu, ama ağzı da kupkuruydu. Boğazından boğuk bir ses çıkabildi ancak:

“Neden geldin?”

Gülümsedi genç adam, buruk bir yüz şekliyle:

“O nasıl soru? Babam değil misin, ziyaretine geldim.”

Zamanın durduğunu zannetti “Babam” kelimesini duyduğunda.

İlk gençliği, düğünü, eşinin oğlu için ördüğü ilk patik ve babalık mefhumunu ilk defa tecrübe ettiği o an; birer fotoğraf karesi gibi kapladılar benliğini.

İçini belli belirsiz bir mutluluk sarmak üzereydi ki; eşini kaybettiği o kazayı, oğluyla bir başlarına kalmalarını, onun yetişmesi için çektiği meşakkatleri hatırladı ardı ardına.

Hatırladığı her kare, bir taş oldu, göğsünün üzerine bindi. Yetmezmiş gibi, hepsinin sonunda bir kare canlandı zihninde: Oğlunun “Bir daha ziyaretine gelemeyeceğim baba” dediği o an.

Sahi ne yapmıştı oğluna? Haftalardır bunu düşünüyordu. Yetişmesi için ömrünü sarfettiği ve her zaman iyi anlaştığı oğlu, ne olmuştu da kendisinden bir anda vaz geçmişti? Yoksa onca yıl hep kendisini idare etmiş, babasını seviyor gibi yapmıştı da, eline fırsatı geçtiğinde mi bırakmıştı babasını? Öyle olsa, daha önce de yapamaz mıydı?

Nedendi? Neden?

Göğsünün üzerindeki yük büyüdükçe büyüdü ve bir an geldi, görüntü bulanıklaştı.

“Ne oldu baba?”

Sadece hızla titreşen göğsünün sesi geliyordu şimdi ihtiyar adamın.

“Neden ağlıyorsun?”

Sanki bu soruyu bekliyormuş gibi, soruyla beraber, bardaktan boşanırcasına yağan bir bahar yağmuru gibi gözyaşları dökülmeye başladı göz pınarlarından.

Başını önüne eğmiş, ellerini dizlerine koymuş, hüngür hüngür ağlıyordu ihtiyar adam.

Oğlu bir şeyler söylüyordu, ama o duymuyordu. Haftalardır içinde sakladığı hüzün, hasret ve aldatılmışlık duyguları; sonunda zincirlerinden kurtulmuşlardı.

Biraz olsun rahatladığında, anlaşılmaz bir sesle “Neden?” diye sordu.

“Neden seni bıraktığımı soruyursun değil mi baba?”

Duyduğu soruyla beraber yeniden ağlamaya başladı.

“Öyle gerekti baba” dedi kafasını sallarken. “İnan öyle gerekti. Ne yapabileceğimi çok düşündüm. Bundan başka çare aklıma gelmedi. Evden çekip gittiğimde, bir başına kal istemedim. Tamamen bensiz kalmadan, yeni bir çevren olabilsin istedim.”

Başını kaldırmadan konuştu yaşlı adam:

“Ne çevresi be evladım? Ne çevresi? Hem, işin var, evin var. Bu neyin gitmesi?”

Şimdi ağlama sırası genç adamdaydı. Neredeyse babasından da şiddetli ağlıyordu genç adam. Ağlıyor ve dur durak bilmeden “Affet beni baba! Affet!” diyordu.

Babalar, dev çınarlar gibidir derler. Sallanabilirler pekala, ama kolay kolay yıkılmazlar. Koca çınar, yanı başında kendini tüketen ciğerparesine baktığında, eşini ve gençliğini gördü, aklındaki bütün soruları unuttu.

“Tamam oğlum” dedi başını ağır ağır sallarken. “Tamam, affettim!”

Bu sözler üzerine, sinema filmlerindeki kavuşmaları andıran bir güçle sarıldılar birbirlerine.

Şimdi, yanlızca dalları kaynaşmış iki dev ağaçla, onların altında tamamen birbirine kaynaşmış baba ile oğulun şaşırtan benzerliği görülüyordu bahçede.

“Yaslan omuzuma baba” dedi neden sonra oğlu, kendini geri çekerken.

Yaşlı adam anlayamamıştı.

“Yaslan omuzuma. Tıpkı küçüklüğümde, yıkıldığım her anda, öksüzlüğümü hissettiğim her anda senin omuzuna yaslandığım gibi yaslan omuzuma. Hep yanında olduğumu, seni her zaman sevdiğimi hissetmek için yaslan ne olur!”

Yaşlı adam şaşkınlıkla karışık bir sevinçle oğlunun kolunu omuzuna atmasına izin verdi ve onun omuzuna bıraktı başını.

Oğlu derin bir iç geçirmeyle, “İşte haftalardır bunu bekliyordum baba” dedi.

“Ben de oğlum” diye cevapladı. “Ben de!”

Dakikalarca öylece durdular, konuşmadan.

Genç adam aniden kolunu babasının omuzundan çekti.

“Biri geliyor! Merak etme yine görüşeceğiz!”

Yerinden doğrulan ihtiyar adam, uzaktan kendisine doğru yaklaşan hemşireyi gördü. Kendisini merak etmişlerdi ihtimal.

Oğluna doğru döndüğünde, az önce oturduğu yerde olmadığını fark etti şaşkınlıkla. Etrafa bakındı, tıpkı geldiğinde olduğu gibi, kimseyi göremedi.

Hemşire, kendisine bir kaç metre kala durdu ve seslendi: “Haydi Talat amca! İçeri girelim.”

Oturduğu yerden kalktı, altına serdiği muşambayı kaldırıp katladı. Hemşirenin yanına doğru ilerlerken cebinden mendilini çıkardı.

Hemşire, ihtiyar adamın şiş gözlerine ve bununla tezat olan mutlu yüz ifadesine baktı garip garip.

“Talat amca, yoksa ağladın mı sen?”

İhtiyar adam mendil tutan elini abartıyla salladı: “Boşveeer!”

Hemen her gün, birileri ağlardı bu binada. Yanlızlığın kendine has burukluğuyla ağlayanlara alışkındı hemşire. Üstelemedi.

“Geldiği gibi sessizce sıvıştı bizim kerata” dedi ihtiyar adam, binaya  doğru yürürlerken.

Hemşire kaşlarını kaldırarak sordu:

“Kim kaçtı Talat amca?”

İhtiyar adam gülerek anlattı: “Bizim oğlan. Geldi, biraz lafladık. Seni görünce de kaçtı gitti!”

Hemşire iyiden iyiye şaşırmıştı:

“Oğlun geldi ha!”

“Yaa” dedi adam. “Geldi ya!..”

“Hadi gözün aydın!” dedi hemşire. Arka bahçede ziyaretçinin ne aradığını düşünürken, ancak bunu diyebildi.

Binadan içeri girdiklerinde, yaşlı adam merdivenlere doğru yöneldi, hemşire ise müdiriyete doğru yollandı. Müdürü elleri başının arasında otururken buldu.

“Müdür bey, Talat amcanın oğlu bugün geldi mi buraya?”

Müdür, ihtiyar adamın adını duyduğu anda raptiyeye oturmuşçasına fırladı yerinden: “Ne olmuş oğluna?”

“Talat amca biraz önce bahçede buluştuk diyor da. Bugün ziyaretçi gelmedi diye biliyordum.”

Buruk bir bakışla kafasını salladı müdür. “O olamaz” dedi.

Hemşire dudağını büktü: “Belki hakikaten pişman olmuş da gelmiştir.”

Müdür koltuğuna geri oturdu ve boşluğa bakarak anlatmaya başladı:

“Talat amcanın hikayesi farklıydı. Buraya yatanların çoğunu vefasız çocukları terk etmişlerdir.”

Araya giren hemşire ekledi: “Veya kendilerine bakacak yakınları kalmamıştır.”

Müdür başını salladıktan sonra devam etti:

“Talat amcanın tek oğlu vardı. Bekar. Annesi yıllar önce bir kazada ölmüştü. 2 ay önce buraya ilk geldiklerinde konuştum çocukla. Bana da babasını bırakmasının sebebini o zaman söyledi.”

Hemşire hikayeyi ilgiyle dinliyordu: “Neymiş sebebi?”

“Talat amcanın oğlu kötü hastalığa yakalanmış 2 yıl kadar önce. Babası, dünyada oğlundan başka kimsesi olmayan bir adam. İhtiyar adam, bir yığın hastalığı var sonra. Oğlu vefat edince ne yapar babası, nereye gider? Hastalığını söylerse, bunları düşünüp kederlenmez mi?”

Masadaki sürahiden bir bardak su aldı ve yudumlayarak içti.

“Hasılı hastalığını söyleyememiş çocuk. Artık durumu fark edilebilecek hale gelince de, babasını buraya getirmiş. Babasına ne bahane söyledi bilmiyorum.”

Hemşire kafasını salladı: “Talat amca asil adam. Bir gün bile kötülemedi oğlunu. Ağzını açıp tek kelime etmedi hakkında.”

“Öyle” dedi Müdür. “Sonrasını biliyorsun. Bir süre her gün ziyarete geldi babasını. Gelemeyecek hale geldiğinde de beni aradı her gün, babasının halini hatırını sordu. Hastalığını bilmesini istemediğinden haber verdirmedi babasına.”

Hemşire donup kalmıştı. “Biz de halbuki az mı atıp tuttuk hakkında” diye söylendi kendi kendine.

Odada bir an sessizlik oldu. Başını kaldırıp müdüre döndü, aklına gelen soruyu sormak için:

“Ama o zaman, bugün gelen de oydu değil mi?”

Müdür başını iki yana salladı: “Dedim ya. O olamaz!”

Hemşire şaşkınlıkla sordu: “Neden? Son bir kuvvetle gelmiştir belki?”

“O olamaz” diye yineledi Müdür. “Çünkü Talat amcanın oğlu, sen buraya gelmeden biraz önce vefat etti.”

Hemşire konuşamadı. Görmüş geçirmiş Müdür ise, gözlerinden süzülen bir çift yaşa rağmen konuşmayı sürdürdü:

“Hastaneden aradılar. Vefatından önce de babasını anmış sürekli. Bir ara kendi kendine konuşmuş hatta, babasıyla konuşur gibi.”

Elini masanın üzerinde duran eski telefona doğru uzatırken hemşireye döndü:

“Ben cenaze için araba ayarlarken git sor bakalım amcaya. Oğlu ona da söylemiş mi? İstediğini yapabilmiş mi?”

Hemşireyi tutmak mümkün değildi. Kenarda duran sandalyeye ilişmiş, kesik kesik ağlıyordu. Haykırır gibi sordu:

“Neyi söylemiş mi? Neyi yapabilmiş mi?”

Elinde telefonun ahizesi olduğu halde arkasına dönüp camdan dışarıya baktı Müdür. Bahçenin en uzak köşesindeki üzerinde iki yanındaki iki ağacın dallarının kaynaştığı banka takıldı gözleri.

“Son günlerinde, ‘Bak babanla konuş istersen’ dedim. ‘Çok kırgın, sonra hakkını helal etmez sana.’ İç geçirdi, ‘Allah büyüktür. Babamla konuşarak onu üzmek istemediğimi biliyor’ dedi. Biraz durdu, şen bir sesle devam etti: ‘Belki telefondan da iyisi olur, yüz yüze görüşürüz. Şöyle yakışıklı bir kıyafetle gelirim. Helallik dilerim. Haftalardır içimde ukte, omuzuma yaslar, hasret gideririm. Fena mı?'”

Müdür, bir an duraksadı. Derin bir iç geçirdikten sonra, dudağını bükerek devam etti:

“Ne yalan söyleyeyim. Hiç ciddiye almadım. Durumu belli, hem telefonla bile konuşmaya çekinen adam, babasının yanına nasıl gelecekti ki?”

Avucunun içini sert bir şekilde cama vurdu ve hemşireye döndü:

“Sor bakalım. Hakkını helal ettirebilmiş mi? Sor bakalım omzuna yaslayabilmiş mi babacığını?”

Dışarıda aniden başlayan sağanak yağışa, şimdi Güçsüzler Yurdu’nda 3 kişi eşlik ediyordu.

Biri, diğerlerinden farklıydı…

O, bir defa daha yalnız kaldığı küçücük odasında, mutluluktan ağlıyordu.

İbrahim

Hekim. Yazar, beğenirse çevirir, kod yazarak eğlenir. 2002'den beri internette yazıyor.

Sevebilirsin...

1 Yanıt

  1. ömer dedi ki:

    hacım ne yaptın ya 24 yaşında hayat küstürdün beni