Takdir-i İlâhî
Son günlerde gündemin bir maddesi de domuz gribi. Medya bu konuda da “üstüne düşeni” layıkıyla yerine getiriyor. Hastalığa yakalananlar, kriz masaları, muhtelif tedbirler, ışıkları hiç sönmeyen Sağlık Bakanlığı her yerde gözümüzün içine sokuluyor.
Olmaması gereken bir panik havası estikçe esiyor. Okullar tatil ediliyor. Edilmese de propaganda o kadar şiddetli ki çocuklar okula gönderilmiyor.
Söylediğim zaman insanların güldüğü hatta bana tedirgin bir şekilde baktığı bir düşüncem var:
Vaktiyle deli dana diye bir hastalık çıkmıştı. O zamanlar medya bu kadar etkili ve abartılı değildi ama yine de bu günlerdeki hava o günlerde de vardı. O hastalık geldi geçti, bulunduğum bölgede bir tek vaka olmadı.
Aradan yıllar geçti bir kuş gribi peydah oldu. İtlaf kelimesinin manasını öğrendik. Bu arada memlekette itlaf edilmeyen tavuk kalmadı. İnsanlar tavuk döner dahi yemedi. Ama yine benim bulunduğum bölgede böyle bir hastalığa yakalanan olmadı.
Memlekette tavuk kalmayınca keneler bollaştı. Malum ekosistem diye bir şey var, ama takan yok. Bu kenelerin ısırmasıyla bulaşan, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi diye bir şey çıktı. Ama maşallah benim bulunduğum bölgede yine tık yoktu.
Şimdi de bu domuz gribi çıktı. Aşı yapsak mı yapmasak mı, maskeyle mi dolaşsak, dezenfektan el sabunları mı kullansak, nasıl temizlensek diye düşünüp duruyoruz.
Tabii ki tedbiri elden bırakmamak, sebeplere yapışmak lazım. Ama bütün önlemleri alsak da ölmeyeceğimizin garantisi var mı?
Ben bu korkulu bekleyişi şuna bağlıyorum: Sadece salgın hastalıklardan değil, artık her türlü kazadan ölmeye tahammülümüz yok.
Bir kaza, facia, afet olduğu zaman ölenleri suçlu bulmaya çalışıyoruz. “Falanca devlet görevlisi niye tedbir almadı?” diye kızıp duruyoruz. Sanki ecel diye bir kelime duymamışız gibi.
İnanan, inanmayan bütün insanlar; ne kadar sağlıklı yaşarlarsa yaşasınlar nihayetinde öleceklerini biliyorlar.
O zaman niye bu çığırtkanlık?
Bu kadar korku niye?