Bileği Taşı
Hayat, olmaz dediklerimizi oldura oldura geçip gittiğinden mütevellit büyümüşüz.
Yolun hatırı sayılı bir bölümü geride kaldığından değil, dik başladığımız bu yolculukta başlarımız gittikçe öne eğildiğindendir tecrübeli oluşumuz.
… ve bizi inatla sıradanlaştıran hayata inat, hala sıradışı olmaya çalışarak; yosun tutmuş hayallerimize vuran dert dalgalarına aldırmadan, son bir ümitle, son bir nefesle, bir çırpıda söyleyiverdiklerimizdir bizi hayata bağlayan.
O bağ, incelir incelir ve bir an gelir kopuverir. Ateşten sıçrayıp giden bir kül parçası gibi bir çırpıda sönüverir.
Çoğu insanın hayallerinin son nefesi, ecelinden önce gelir.
Ölenin ardından konuşmamayı biliriz hepimiz. Biliriz de, ölmemişin ardından konuşmamayı bilmeyiz. Halbuki, ölenin çok da umurunda mıdır dünyadakiler ve sayıklamaları?
Peki ya, ölmemişin, göğüs kafesinde hala atan yüreğinin hiç mi hakkı yoktur kırılmamaya, üzülmemeye, incinmemeye?
Ölü, konuşamıyorsa ve hakkında konuşulmamasının tek nedeni buysa; yaşayan konuşabildiği için mi açık hedeftir kıskanç bakışlara, hasetçi fiskoslara, acı iftiralara?
Bilmez miyiz, bazen konuşan da, en az ölüler kadar suskundur. En az onlar kadar konuşamaz.
Konuşmayanlar değil; bunca sahtelik, bunca ikiyüzlülük, bunca elem varken yeryüzünde, hala dilini yutmamış olanlara şaşırmıyor olmamızdır şaşırtıcı olan.
Büyümemiz, tevellütümüzden mütevellit değildir yani. İnsan bıçak, dünya bileği taşı; zağlandıkça parlıyorsun.
…mış gibi yapanlara inat; gerçekçi, dürüst, sevgi dolu, mertçe yaşayanlara selam olsun…